Disconnectus Erectus

Yanlışım yoksa ilk defa 20’li yaşların başında elime almış hatta 700 sayfayı aşan kitabın dörtte üçünü okumuş ve bir kenara atmıştım. Sonrasında bir kaç sene evvel bunu yolculukta okuyayım diye elime almıştım ve bu sefer yarısına kadar gelip araya giren şeylerden ötürü devam etmemiştim. Kitaba tutunamamıştım. Biraz ara verdikten sonra tekrar elime alamıyorum. Başlayacak ve ama birkaç gün, ama daha uzun bir sürede de olsa düzenli okuyarak sonunu getireceğim. En sonunda geçtiğimiz günlerde yeniden elime aldım ve son sayfayı gördüm.

Evet, Tutunamayanlar‘dan bahsediyorum. Oğuz Atay‘ın romanı. Başka eserlerinden yıllar evvel “Oyunlarla Yaşayanlar” tiyatro oyununu okuduğumu hatırlıyorum. Oyunu okumayı tiyatro izlemeye yeğliyorum.

Tutunamayanlar gibi yarım bıraktığım bir başka kitap James Joyce’un Ulysess‘i olmuştu. Onu bir daha elime alır mıyım, bilemiyorum. Fazla yabancı gelmişti her şey.

Zaman zaman içimi sıkıntı bastı, zaman zaman kahkaha attım. Bir Selim oldum, bir Turgut, bir Esat derken ilerledim! İlk başlarda acaba yine elimden düşürür müyüm sıkıntısı peşimde idi. Bir kitabı bitirmek için okumam normalde; ama bu romanla olan mücadele bu hissi yaşattı. Araya yıllar girdikten sonra aynı kitabı, aynı romanı yeniden elime alırım ve tekrar okurum. Nasıl olsa yazılmış olanların değil hepsini, onda/yüzde/binde birini bile okuma zamanımız olmayacak. Bir fazla, bir eksik. Romanda ilerledikçe en baştaki sıkıntım yerini “finish”i göreceğim kesinliğine bıraktı; fena halde keyifleniyordum, hatta bitmese demeye başladım. Ve bir şeyin eksikliğini bu romanı okurken yine hissettim: Oblomov’u halen okumadım. Sanki Oğuz Atay işaret parmağını sallıyordu: Bak yine okumadan geldin karşıma!

Kimbilir, Oblomov sonrası tekrarlamak lazım. Gonçarov da işaret parmağını sallamıştır belki de, ben görememişimdir.