Bir başka diyarda yaşamak: Kiev

İşin aslı aklımda hiç yurtdışında yaşamak yoktu. Hatta abartayım, arada sırada sayısal oynadığımda çıkarsa şöyle bir dünya turuna çıkarım hayalim bile güdüktü.  Bir yerlere gitmeden kendi memleketimde geçirmek istedim tüm yaşamımı. Türkiye’nin her yerini göremedim. Planlarım hep bunun üstüne oldu. Ama öyle böyle görmek değildi benimkisi. Adım adım misali, yaşayarak, fotoğraflayarak. Aynen İstanbul’u gezdiğim gibi. Hatta böyle bir hayalim, planım olmadığı için pratik İngilizcem bile pek fenadır. Şimdi başıma birde Rusça çıktı. 🙂
O nedenle her türlü alışkanlıklarımla fazla yerel kalmıştım ve bu yerel kalmak çok keyif veriyordu bana. Yeni tatlarda da bu yerelliği aradım sürekli. Yerel tatlar, yerel yemekler, yerel hayatlar hiç yabancı gelmedi. Hangi yöreden olursa olsun.
Şimdi ise cuk diye bambaşka ve bizimle hiç alakası olmayan bir kültürün ortasına düşüverdim. Davranış biçimlerinden, yeme-içme alışkanlıklarına kadar bizimle hiç benzeşmeyen…
İlk günler oldukça zorlu oldu. Dil bilmediğim gibi alfabeyi de okuyamıyorum ki en azından benzeterek bir mana çıkarayım. İngilizce faydalı olsa da çok zaman pek bir işe yaramadı. Hele Euro 2012 öncesi latin alfabesiyle yazı bile çok azdı. Şampiyona bahanesi ile sağda solda latin alfabesiyle de yazılar artmaya başladığında ben alfabeyi zaten çözmüştüm. Anlamasam bile okumaya başlıyordum kısa kelime ve cümleleri. Uzun olunca halen kafam karışıyor. 🙂
En büyük sorunum başlarda gıda oldu. Buraya gelmiş Türkler benim kadar yerel olmadıklarından mıdır, yoksa zaman içinde alıştıklarından mıdır nedir bana çok faydası olmadı. Çoklukla kendi kendime, yahut sorarak keşfetmeye başladım. Zeytin yok, beyaz peynir yok yahu ben nasıl kahvaltı edeceğim? Marketten aldığım İspanyol zeytinleri tatsız tuzsuz çıktı. Kaşarlar güzeldi ama beyaz peynirler fos çıkıyordu. Nerede kardeşim bizim Ezine peynirleri?
Ve yoğurt yok. Hay Allah! Hepsi meyveli ve dolayısıyla tatlı. Olmuyor. İlk bir kaç hafta yoğurda hasret kaldıktan sonra Danone Activia’yı keşfettim. Bir paket danone, biraz kefir ile müthiş cacık oluyor bu arada.
Parasına alışmak zaman aldı. Markette önce fiyata bakıp, kafamda TL’ye çevirip (1 lira yaklaşık 4,5 Grivna, ben kolay olsun diye 5’e bölerek hesap yapıyorum) ucuz mu, pahalı mı anlamaya çalışıyordum. Domatese 6 lira vermek koyarken, sigarayı 2,5 liraya almak büyük keyif veriyordu. Evet, alkol ve sigara bizim 1/3’ümüz ve hatta daha düşük fiyata. Yalnız bizim Marlboro’nun yanına yaklaşamaz buradaki Marlboro. Tamam tamam çok dalga geçtiğim laytı içilebilir.
Et ve balık reyonuna pek yaklaşamıyordum markette. Domuz ürünlerinin ve kuru balıkların kokusu hayli rahatsız ediyordu beni. Deneme yanılma ile kimi ürünleri de aldım. Bu arada yaz mevsimi ile birlikte çeşitlilik de arttı.
Su en büyük sorundu. Hani ilk başlarda bilmediğimden çeşmedeki su ile çay ve yemek yaptım. Sonra sonra marketten su almak gerektiğini farkettim. 6 litrelik sular kurtardı. Lakin onlar da pek pahalı bizdeki ambalajlı sulara göre. 3-6 lira arasında değişiyor. Ya artezyen yahut Karpatlar’dan geliyor. Çay dedim de, sallama çay içmek zorunda kalmak delikanlılığıma zarar veriyordu. Sonrasında cam demlik buldum, değişik toz çaylar buldum. Deneme yanılma ile onların da iyilerini bulup demlemeye başladım. Arada vize için İstanbul’a geldiğimde demlik, ince belli bardak alıp döndüm. Maalesef buralarda bildiğimiz altlı üstlü demlik yok. İnce belli çay bardağı da yok. Bizdeki gibi çay içme kültürü yok yani. Yalnız ithal çaylarvar ve  bizim çaylardan daha kaliteli olduğunu düşünüyorum.İçmek için ise su denildiğinde gazlı su anlaşılıyor. Ben pek sevmedim. Gazsız olanlarını ve dağ sularını tercih ediyorum. Biraz daha pahalı ama su hayattır diye bizde bir markanın sloganını unutmamak lazım. Kızılay Maden Suyu’na hasretim evet. Onun yerini tutmasa da Gürcistan’dan gelen Borjomi ile idare ediyorum.

Sokakta bizdeki misal yiyecek bulmak pek kolay değil. Öyle köşebaşlarında simitçiler, yahut pastane ve fırınlardan poğaça almak yok. Zaten bildik manada böyle dükkanlar da bulunmuyor pek. Büfeler yaygın ama ambalajlı ürünler yahut alkol satışı ağırlıklılar. O nedenle evde bu işi halletmek gerekiyor.

Ekmekleri bizimkine beş basar. Valla kaliteli ekmek nedir burada görmüş oldum. Marketten aldığım kurabiyeler bile nefis çıkıyor. Tatlılar konusunda bir kültür yok. Çok basit ve damak tadıma pek hitap  etmeyen yaş pasta misali tatlı çoğunlukta. Hani bizde sadece bayramlarda ortaya çıkan şekerler burada her daim mevcut. Bayılıyorlar.

Ahh nerede o Niğde yahut Uludağ gazozu. Her daim dolabımda olmasına dikkat ederdim.

Tekstil pahalı. Ayakkabı pahalı. Ben kışlıklarla geldiğim için havaların ani ısınmasıyla birlikte sıcaklar mevcut kıyafetlerle bunaltıcı olmaya başladı. Mecburen bir pantolon ve ayakkabı aldım. TR fiyatından daha yüksek bedel ödemek koydu.
Havası çok değişken ve bu değişkenliğe alışkın olmadığımız için geldikten sonra 3 sefer grip oldum. Havanın ne zaman ısınıp, ne zaman soğuduğu pek belli olmuyordu. Mart ayında eksi derecelerde idi. Her yer buzdu. 2 hafta sonra buzlar erimişti ve ısı birden bire artmıştı. Gece gündüz sıcaklık farkı, birkaç günde bir fazla ısınıp hızla soğumasını bünye kaldırmadı.
Ohh bahar geliyor diye seviniyorduk. Aman gelmez olaydı. Kavaklardan çıkan pamukcuklar sardı her bir yanı. Evet, ağaç çok. Çevrede bir sürü geniş ağaçlıklardan oluşan parklar var ve tüm bahar boyunca bu pamukcuklarla boğuşuyorsunuz. Asıl berbat kar bu.
Hadi yaz iyi olur dedik. Sıcaklıklar birden bire 35’leri vurdu. Piştik. Bir hafta geçmiyor 20’nin altına iniyor, sonra tekrar yükseliyor, birden bire yağmur fırtına filan. Enteresan bir yaz geçiverdi. Geçti mi o da belli değil ya. Her an sıcaklıklar yükselebilir. Ve yaz kötü, sinek, sivrisinek çok. Böcek bol. Birinci katta oturmamdan ötürü olsa gerek beni daha çok ziyaret ediyorlar. Etrafta ağaçlıklar, göletlerin bolluğunun etkisi.
Daha Eylül  gelmeden havalar soğudu, montları, uzun kolluları çıkardık ortaya. Hasta olma korkusundan dikkatli olmaya gayret ediyorum.
Kiralar çok yüksek. Sıradan bir eve 1000 dolar seviyesinde bir kira ödüyorsunuz. Zaten çoklukla ortak kullanım yaygın. Herkes ya da her aile bir odada yaşıyor. Oda oda kiraya veriliyor. Ben hiç rastlamadım memlekette. Olsa olsa ev arkadaşı olunur. Kiev dışından gelmiş bir Ukraynalı’nın geliriyle tek başına bu kiraları ödemesi pek mümkün değil.  Binalar genelde yüksek katlı. Eski Sovyet döneminden kalma 10-12 katlı devasa binalar dolu her yer. Bununla birlikte daha modern ve 20-30 kat üzeri yüksek apartmanlar var.
Ulaşımda ben genelde Metro ve taksi kullanıyorum. İşin aslı sadece metro kullanıyorum. Kalanını yürüyorum. Metro 2 grivna (45 kuruş). Diğer metrolara aktarmalar da beleş üstelik. 3 tane hat var ve çoğu yere ulaşabiliyorsunuz. Ters saatlerde, bilmediğim yerlere gideceksem bir arkadaşımdan rica edip taksi çağırıyorum. Yoldan binme veya duraktan taksi çağırma olayı pek yok. Yolda duran bir taksiye binmenin bedeli daha yüksek. Pazarlık etmelisiniz. Öyle taksimetreli taksiler yok. Açıyorsunuz telefonu bulunduğunuz yeri ve gideceğiniz adresi veriyorsunuz, cebinize SMS’le taksinin bilgileri ve size varış saati geliyor. İstediğiniz saatte bu şekilde taksi çağırmak mümkün ama yağmurlu havalarda çok bekleyebilirsiniz. Genelde 10-12 liraya her noktaya ulaşırken, çok çok uzaksa 20 lira yeterli oluyor.
Otobüse, tramvaya, trene henüz hiç binmedim. Ama bizdeki dolmuşun karşılığı olan maşrutkalara arkadaşlarla bindim. Bizim dolmuşların yandan yemişi biraz. Genelde 2,5 grivna fiyatları.
İnsan zamanla herşeye alışıyor.
Geldiğimden beri fırsat buldukça Kiev’i geziyorum. Ya birinden duyuyorum yahut internetten bakıyorum ve gidip geziyorum. Görülmesi gereken pek çok yerine gittim. Hatta yeni bir yer var mı diye araştırmalarımda pek sonuç bulamıyorum. Kimi yerlere tekrar gezmek için sonbahar ve kışı bekliyorum.